Türkiye’ye yeni döndüğü zamanların ilk yılbaşısıydı. Annesi ile otelin bir suitini kiralamış başbaşa yeni yılı orada kutlamaya karar vermişlerdi. Eteği siyah upuzun bir şifon etekti, bluzu kısa karpuz kollu siyaha beyaz puantiyeli…Yeşil yakutlar takmıştı beyaz bir kürkü de vardı…
Osmanlılar Oteli’nin yemek salonunda bekliyorlardı saat 12’yi. Arka masada gerçek Osmanlılar bir arkasında Osmanlılar Oteli’nin sahipleri, küçük bir salonda toplanmışlardı…Sakince İstanbul’un tam ortasında ama samanyolu gibi uzağında…
Güncel pop şarkıları kıvrak genlerini uyandırıyor ama bütün salon ihtişhamla neşe arasında gidip geliyordu…Sonunda dayanamadı, ellerini kaldırdı oturduğu sandalyeden şarkılara bıraktı kollarını.
12 ye 10 kala piste çıkmıştı herkes, tepine tepine dans etmeye başladı tüm ahali…Prensler prensesler, gerçekleri yenileri…Çılgınca dans ediyordu Osmanlılar Oteli yeni yıla 10 kala. 10 9 8 7 6 5 4 3 2 1 ve akıl almaz bir coşku, küçücük bir salon ama tüm dünyaya yetecek kadar neşe vardı Osmanlılar Oteli’nde o gece…
Masalarına dönüp, şampanyalarını içerken, yanından geçti velihat ve ellerini tutup ona;
-‘Mutlu seneler evladım.’ dedi,
‘Size de efendim.’ dedi yumuşak ama ağır elleri elinde, gözlerinin içine baka baka…Yürüyerek geçti yanından, uçacak hali yoktu ya !
İhtişamla mutluluğun İstanbul Boğazı’na şırıl şırıl aktığı diğer geceler gibi muhteşem bir geceydi.
Bu yılbaşı, kendini feda edip Habeşistan çöllerindeki savaş kamplarında gurme otel yöneticiliği yapmaya calıştıktan sonra Türkiye’ye dönüşünün iki üç ay sonrasıydı aslında.
Evet Habeşistan. Hani şu saray hamam resimlerinde, başları bağlı siyahi tombul kadınların ülkesi…
Fransız kariyer direktörünün ısrarı üzerine, gitmeyi kabul ettiği orta doğu terörle mücadele üssü Habeşistan.
Yurt dışında okuyan ya da çocuk okutanlar bilir, biz Türk öğrencilerinin farklı bir hırsı vardır, zordur halimiz Avrupa’da özellikle. Tırnaklarımızla kazımak gerekir bazılarına çok kolay verilen şeyleri sırf Türklüğümüzden.
Hele ki, burası terörle mücadele kampıymış, edecekti elbette terörle mücadele.
Sanki terör bir sinek havada uçuşuyor, biz de gidip mücadele edicez, kışt diye…Ama serde bir Türklük var ya, işte o Türklükle yapıverdi bavullarını bir Paris akşamında…Renk renk etekler, ceketler, mücevherler, tokalar, ojeler, orada bulamaz diye fazladan bikinilerle…
****
Uçak yolculuğu sırasında toplam 45 50 kişi ve bir kaç kümes hayvanı ile, karton gibi sallanarak, pencerelerden hafifçe esen bir rüzgar eşliğinde yol boyu dua etmişti.
Vardıkları pist eski püskü bir angara benziyordu, bavulların uçagın altından bir bir dışarı atıldığını gördü. Kendininkileri bulup, pasaport kontrolüne yürüdü.
Kapıdan girince içeride bizim kahvehanelerdekine benzeyen tahta bir masa, siyah çevirmeli bir telefon, ülkenin bayrağına asılmış bir iki kalem ve arkasında duvarda gerçekten yan duran Başbakanın resmi, bütün hava alanının bundan ibaret olduğunu anladı.
Herkes tek görevlinin başına toplanmış birşeyler soruyordu. Aniden biri kolundan tuttu ve adını söyledi. Allahtan otel onu alması için söför yollamıştı, siyah limuzin mercedesin arka koltuğuna geçti ve söförden bir benzincide durmasını rica etti. Çok yorgun ve şaşkındı, acilen Coca Cola içmeliydi.
Şöför yol üzerinde benzinci olmadığı ama kola alabilecegini söyledi ve bir kaç dakika sonra durdu, koşturarak karanlıkta kayboldu sonra elinde bir fanta ile geri geldi. Kola yokmuş. Yarım bir sohbetle yola koyuldular.
Pist şehre çok uzaktı anlaşılan, heryer hala karanlıktı ve bir saattir yoldaydılar. Şehre ne zaman gireceğiz diye sordu, şöför:
-‘Şehirdeyiz efendim.’ dedi.
-‘Şehirde miyiz!’
Tek görebildiği güneşte kurusun diye yol kenarlarına serilmiş rengarenk ipek kumaşlardı oysa …Yol boyunca serpilmiş ipek kumaşlar…Kumaşların aslında insan bedenlerine sarılı oldugunu fark edince nefesi durdu. Yutkunamadı. İnsanlardı ipek kumaş sandığı, kilometrelerce yol kenarında yatan. Evleriydi burası. Salonları yataklarıydı asfalt. Burası Habeşistan’dı.
Ya O? Limuzin bir mersedesin içinde fanta içerken ne düşünyordu, ne biliyordu ki hayat hakkında da, buraya eğitmeye gelmişti bu insanları. Şehir merkezi yani – city center-yazan tabelanın etrafinda Osmanlı paşalarından kalma bir kaç bina ortalarında suyu olmayan bir havuz, merkezden çıktılar ve birden gerçek bir saray tam karşılarındaydı. Akıl almaz bir gerçeklikti bu, insanın içini acıtan.
Otele girdiğinde, güller, ceşmeler ve buram buram oud kokusu ile loş ve upuzun avizelerin sarktığı 10 metrelik bir tavanın altından koşarak resepsiyona gitti.
-‘Dışarıdaki sefaleti görmüyor musunuz, birşeyler yapmak lazım, insanlar yolda yatıyor!’
diye bağırmak geldi içinden, ama durdu, karşısındaki resepsiyon görevlisinin de uniformasını çıkardığında oraya gidebileceği ihtimali geldi aklına. İyi ki de geldi…Ağlamaklı odasına gitti…Çok şık paha biçilmez bir estetikle döşenmişti her yer…Sanki dışarıyı unutturmak istercesine güzel…
Günler yerel halkın ilk maaş istatisliğini çıkardığı çalışma ile devam etti. Şehirdeki iş veren sayısı 15 olan araştırma için tüm şehri dolaşma fırsatı oldu. Gerçek bir cennetti burası…Cehennem giymişti üzerine sadece.
Her öğlen saat dörtte Etiyopya’dan inen uçaktan sonra hiçbir işin yapılmadğı, yapılamadığı bir cennet. Uçak kat getiriyordu, mariyuana etkisi yapan naneye benzeyen bir otdu bu.
Habeşistan gerçeği nane kokulu ancak uyuşarak katlanılan bir düştü işte. Ve yediden yetmişe herkes istisnasız aynı saatte aynı rüyaya yatıyordu.
Ödenen maaşların, onun oda servisine iki günde harcadığı mebla ile eşit olduğu istatistiği sonuncunda anladi ki hayat hiç de ucuz değildi bu sarayda.
Rimeli bittiğinde, şehrin tek kozmetikçisi rimel kalmadı demişti, koca Habeşistan’da. Kirpikleri Allahtan uzundu.…
Alışıyordu insan sefaleti açlığı acıyı görmeye. Alışıyor ve unutuyordu, rimel almaya bile kalkıyordu yüzsüzce.
******
O yılbaşı beyaz vizon kürkü üzerinde, kirpikleri siyah ve up uzun, bir İstanbul kızıydı, içinde koskoca yanan bir Habeşistan vardı.
Gecenin sonunda Osmanlılar Oteli’nin kapıları açıldı. Suitine çıktı, arkalarından butler yetişti. Sabah saatin 5 ‘i, önce küpelerini çıkardı sonra gerdanlığını aldı boynundan…Ayakkabılarını narince çekti ayağından. Bir elinde bornoz, banyo suyunu açtı, tam içine gül yaprakları dökerken,
-Yanına limon mu portakal mı eklememi istersiniz Hanımefenfdi ? diye sordu butler.
Aynanın önündeki rimele takıldı gözü. Teşekkür etti yolladı odadan, oturdu yatağa…Bir de sabah uyandı ki yastık simsiyah.